31 Mart 2019 Pazar


KIYMETLİ BABAMIZ MUSTAFA NEVRUZ SINACI İÇİN 
6 NİSAN 2019 CUMARTESİ GÜNÜ SAAT 15:30'DA ANKARA HACI BAYRAM VELİ CAMİDE MEVLİD YAPILACAKTIR. TÜM SEVENLERİNE DUYURUR, DUALARINIZI VE KATILIMLARINIZI BEKLERİZ.

KIZLARI - MANOLYA, FULYA, GONCA SINACI  







11 Şubat 2017 Cumartesi

Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı ve Orijinal/Ojektif/Reel Başkanlık Sistemi Hakkında

TARİHİ, İLMİ, ORİJİNAL VE OBJEKTİF (AMERİKAN) 'BAŞKANLIK SİSTEMİ' NEDİR VE NE DEĞİLDİR?. 

Cemal TUNÇDEMİR [Amerika Bülteni Türkçe Amerika Gazetesi] Mutlaka Okuyun

TANRI'NIN, AZGIN BİR TOPLUMA VERECEĞİ EN BÜYÜK CEZA!..
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
1968 yılında ABD Başkanı seçilen Richard Nixon, anayasal başkanlık yetkilerini en fazla istismar eden ABD Başkanı olarak tarihe geçti. 1972 yılında ikinci kez seçilmek için mücadele verdiği seçim kampanyası sadece meşru faaliyetlerden oluşmuyordu. Devletin imkanlarını kendisine seçim kazandırmak, muhaliflerini sindirmek için kullanmaya başladı. Bu eylemlerinden biri de Demokrat Parti’nin genel merkezine dinleme cihazı yerleştirtmekti. Seçimden yaklaşık 5 ay önce 17 Haziran 1972 akşamı Watergate İşhanında bulunan Demokrat Parti merkezine girmeye çalışan 5 kişi tesadüfen yakalandı. Nixon yönetimi tüm yetkilerini ve devlet imkanlarını istismar ederek konuyu örtbas etmeye çalıştı. Ancak iki kurumun, medya ve yargının ilkeli duruşu, devlet gücünü kişisel kariyer hizmetinde çekinmeden kullanan bu politikacıya dur diyecekti.
Nixon, Watergate skandalının patlamasından birkaç ay sonra 1972 Kasım ayındaki başkanlık seçimini çok açık bir farkla bir kez daha kazanmanın da verdiği özgüvenle, Watergate soruşturmasını yürüten hukuka ağır bir müdahalede bulundu. 20 Ekim 1973 Cumartesi günü gerçekleşen ve Amerikan tarihine ‘Cumartesi Gecesi Katliamı’ olarak geçen müdahalede, Nixon önce Adalet Bakanı Elliot Richardson’a, Watergate soruşturmasını yürüten ve bu soruşturma kapsamında Beyaz Saray Oval Ofis’teki konuşmaların tapelerini talep eden savcı Archibald Cox’u görevden alması talimatı verdi. Ancak Nixon’un kendi adalet bakanı anayasaya aykırı bu talimatı yerine getirmeyi reddetti. Bakanı görevden alan Nixon yerine atadığı Bakan Yardımcısı William Ruckelshaus’a verdi bu kez. Ancak Bakan Yardımcısı Ruckelshaus da anayasaya aykırı bu talimatı reddetti. Nixon, birkaç saat içinde onu da görevden aldı. Bütün gün Adalet Bakanlığı kadroları arasında savcı Cox’u görevden alacak bir yetkili araştıran Nixon, ancak bakanlık müşavirlerinden Robert Bork’a bunu yaptırabildi. Fakat bu son derece cüretkar anayasa ihlaline rağmen hukukun işlemesine yine engel olamadı. Çünkü soruşturmaya atanan yeni savcı Leon Jaworski de hukuk ve yasalardan yana durarak soruşturmayı derinleştirdi ve tapelerin derhal gönderilmesini istedi.
Kendi atadığı yargıçlara güvendi ama!…
Nixon’ın avukatı mahkemede, ‘Başkan, seçildiği 4 yıllık görev sürecinde Fransa Kralı Lui gibi dokunulamaz güce sahiptir. Ve bu konumu nedeniyle, azil mahkemesi hariç hiçbir mahkemeye hesap vermez’ savunması yaptı. ‘Bu yasaldır çünkü Başkan yaptı’ şeklinde formüle edilen bu mantık, bugün Amerikan politik ve hukuk tarihinin kara cümleleri arasında anılıyor. Yargıç Sirica, Nixon’un bu savunmasını reddetti ve tapelerin derhal mahkemeye sunulmasını talep etti. Nixon bu kez de ‘devlet sırrı’ gerekçesini öne sürdü ve Yüksek Mahkeme’ye temyiz başvurusunda bulundu. 9 üyeli Yüksek Mahkemenin 3 üyesini Nixon atamıştı bir üyesi ise eski bir mesai arkadaşıydı. Ancak hiç beklemediği bir karar çıktı. Yüksek Mahkeme oy birliğiyle ‘devlet başkanının mutlak sorumsuzluğu’ ve ‘devlet sırrı’ gerekçelerini reddetti ve Nixon’dan Oval Ofis tapelerini mahkemeye sunmasını istedi. Bu karar, ABD’de yargı bağımsızlığının en parlak örneklerinden biri olarak tarihe geçti.
Bir devleti demokratik bir devlet yapan unsurların başında görülen ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin fikir babası Montesquieu’dur. Kuvvetler Ayrılığının teoriden uygulamaya geçip kurumsallaşması ise tarihte ilk kez ABD Yüksek Mahkemesinin bir kararı ile oldu. Mahkemenin 1803 yılında, ‘Marbury v. Madison’ adıyla bilinen davada aldığı karar ABD’de yargı ile devlet başkanlığı arasındaki sınırları çizerek bugüne dek gelen uygulamayı başlattı. Dönemin mahkeme başkanı John Marshall, kararı açıklarken, ‘Amerikan devleti anayasal bir devlettir, şahıs kararları devleti değil’ diyecekti.
Amerikan anayasa yapıcılarının, yeni devlete şekil verecek 1787 Philadelphia Anayasa Kongresinde tartıştıkları konulardan biri de Yüksek Mahkeme üyelerinin ve federal yargıçların nasıl seçileceğiydi. Temel ilkeleri olan ‘denge ve kontrol’ sistemine uygun bir yöntemde uzlaştılar. Yargıçları başkan aday gösterecek, Senato adayları dinleyip sorguladıktan sonra onaylayacaktı. Senato onayı ile göreve başlayacak yargıca görevine başladıktan sonra dokunmak ise mümkün olmayacaktı. James Madison, ABD Anayasası ilan edildikten kısa süre sonra Anayasa’ya dahil edilecek ve sonradan ‘Haklar Bildirgesi’ diye anılacak ilk 10 ek maddeyi Kongre’ye sunduğu günlerde, 51’nci Federalist:
Makalede şöyle yazacaktı:
“Bağımsız yargı, kendisini bu hakların en öncelikli koruyucusu görecek. Yasama veya Yürütme gücünün bu haklara dokunmaya dönük her türlü girişimine karşı aşılmaz bir siper olacak. Anayasa tarafından ilan edilen temel haklara her el uzatıldığında direniş sergileyecek.”
ABD anayasasının yapıcılarından Alexander Hamilton ise Federalist Makalelerin 78’incisinde, “Yargı, diğer iki erkin yani yasama ve yürütmenin her türlü etkisinden bağımsız değilse ülkede özgürlük asla söz konusu olamaz” diye yazacak ve ekleyecekti:
“Özgürlüğün, yargı bağımsızlığından korkacağı hiçbir şeyi yok. Ama yargının devletin diğer iki erki ile birleşmesi halinde özgürlük korkması gereken her şeye sahip hale gelir.”
ABD’de hem Yüksek Mahkeme üyeleri hem de federal yargıçların bağımsızlığını korumak için, ‘ömür boyu görevde kalma’ ve ‘özlük haklarında aleyhte düzenleme yapılamaması’ garantisi getirildi. ABD’de, başkanın, Kongre’nin veya bir başka merciin bir hakimi verdiği karardan dolayı görevinden azletmesi, -ki devlette doğuracağı katastrofiye atıfla buna ‘nükleer seçeneği’ deniyor-, söz konusu bile olamaz. Yaklaşık 230 yıllık Amerikan tarihinde sadece 13 yargıcın Temsilciler Meclisinde azli yeterli oya ulaştı ve bunlardan da sadece 8’i Senato tarafından onaylanarak kesin azle dönüştü. Bunların da tamamı, yargıcın rüşvet aldığı veya yemin altında yalan konuştuğu gibi kesin ispatlanmış yasadışı fiilleri nedeniyledir.
Kendisini seçen politikacıya değil, hukuka bağlı
Bugün Amerikan federal yargısında bölge mahkemeleri ve bölge temyiz mahkemelerinde 874 federal yargıç görev yapıyor. Yüksek Mahkeme ise 9 üyeden oluşuyor. Bütün bu yargıçlar atandıkları görevde ömür boyu kaldıkları için, tek bir başkanın veya partinin ülkenin yargısına şekil verme şansı teknik olarak imkansızdır.
Yüksek Mahkemeye seçilen üyeler, kendisini seçen ABD başkanına mutlak bağlılık sergilemez. Yakın yıllarda kendi isteğiyle emekliye ayrılan Yüksek Mahkeme üyesi Jean Paul Stevens, “bir yargıcın kariyerinin politik yönü, adaylığının Senato’da onaylandığı gün biter, bitmelidir” diyerek Yüksek Mahkeme üyelerinin düşünce sistematiğini sergiliyordu. Bu durum birçok ABD başkanının mahkemeye kendi atadığı isimlerin aleyhlerinde kararlarıyla yüzleşmelerine nedendir.
Cumhuriyetçi Başkan Dwight Eisenhower’ın, “hayatındaki en ahmakça kararın” mahkemeye Earl Warren’ı ataması olduğunu söylemesi meşhurdur. 1950’li yıllarda mahkemenin başkanı da olan Warren dönemi, mahkemenin tarihindeki en özgürlükçü kararlarından bazılarını art arda aldığı bir dönem oldu. Eisenhower’ın mahkemeye atadığı ikinci isim olan William Brennan ise bu kararlarda Warrren’ın en büyük yardımcısı olurken, Eisenhower’ın da ‘ikinci en ahmakça kararı’ olarak tarihe geçti. Baba Bush’un mahkemeye atadığı David Souter da kısa süre sonra Cumhuriyetçileri kızdıran birçok karara imza atacaktı. George W. Bush’un atadığı ve halen Yüksek Mahkeme başkanı olan John Roberts da birçok davadaki oylarıyla Cumhuriyetçilerin tepkilerini çekiyor.
Yüksek Mahkeme üyelerinin katıldığı tek devlet toplantısı
Google’da ABD Başkanı Barack Obama’nın Yüksek Mahkeme üyeleri ile beraber göründüğü bir fotoğraf aradığınızda karşınıza çıkacak fotoğrafların neredeyse tamamı aynı mekanda çekilmiş fotoğraflardır. Çünkü Yüksek Mahkeme üyelerinin, başkan da dahil politikacılar ile bir araya gelmesi çok çok nadirdir ve sadece Anayasal törenlerde mümkün olmaktadır. Beraber yemek yemeleri veya seyahate çıkmaları ise düşünülemez. Roberts, Mayıs ayı başında Arkansas’ta yargıçlarla bir araya geldiğinde, “Sizden önceki 16 Yüksek Mahkeme başkanından aldığınız en önemli ders nedir” diye soran bir hakime, “En öncelikli ve önemli görevimin ABD’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin devamını sağlamak olduğu” yanıtı verecekti.
Başkan Lyndon Johnson’ın 20 yıllık arkadaşı olan ve onun tarafından ABD eski Yüksek Mahkeme üyeliğine atanan Abe Fortas, başkanlık makamının, yasama (Kongre) aleyhine daha güçlenmesinin ülkenin ihtiyacı olduğunu ve anayasaya aykırı olmadığını dile getirince ABD’de kıyamet kopmuştu. Johnson’ın arkadaşı Fortas’ı mahkemenin başına geçirme planı, Demokrat ve Cumhuriyetçi senatörlerin ortak engeline takıldı. Kendisine seçen politikacıya vefalı davranmayı hukuka önceleyen Fortas’ın Yüksek Mahkeme üyeliği sadece 4 yıl sürdü. Bütün saygınlığını yitirdiği için mahkeme üyeliğinden istifa ederek ayrıldı.
ABD devletinin üç erkini bir araya getiren yegane toplantı, ABD başkanlarının her yıl Ocak ayında Kongre’de yaptığı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasıdır. Yüksek Mahkeme üyeleri bu toplantıya ‘yargıç cüppeleri’ ile katılır. Ancak Yüksek Mahkeme üyeleri, yargıç kimliklerine ve tarafsızlıklarına gölge düşmemesi için konuşması boyunca ABD başkanını alkışlamazlar. Konuşmaya fiziksel bir tepki vermezler. Yargıçlardan Samuel Alito’nun, 2010 yılında Obama’nın konuşması sırasında bir Yüksek Mahkeme kararı ile ilgili eleştirisine “doğru değil” diye kendi kendine söylendiği kameralara yakalanmış ve bu 3 saniyelik görüntü ABD’de günlerce tartışılmıştı. Çünkü, devlet başkanı lehinde veya aleyhinde her jest ve davranışın siyasi bir doğası var ve bu mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürür.
Mahkemenin eski üyelerinden Sandra Day O’Connor, mahkeme üyelerinin bu konuşmaya katılma geleneğine yönelik eleştirilere hak veriyor ve yargıçların ‘devletin birliğinin gösterildiği’ bu toplantıya bile katılmaması gerektiğini savunuyor. 2010’da kendi isteği ile emekli olan Jean Paul Stevens da, tarafsızlığa gölge düşürdüğü gerekçesiyle, bütün devlet erklerini bir araya getiren bu toplantıya gitmeyi bile reddediyordu. Son yıllarda Birliğin Durumu konuşmasına katılmayan Yüksek Mahkeme üyesi sayısı arttı. Obama’nın son yıllarında en fazla 6 üye katılır oldu.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğunun katılmadığı son Birliğin Durumu konuşmaları ise Bill Clinton’ın son iki yılındaki Birliğin Durumu konuşmaları olmuştu. Monica Lewinsky skandalında yalan beyanda bulunmak ve böylece yargıyı engellemekle suçlanan Bill Clinton hakkında hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da başkanlıktan azil süreci işliyordu ve öylesi bir süreçte yargıçların çoğu o durumdaki bir ABD başkanı ile aynı resme girmeyi tarafsızlığa aykırı buluyordu.
“Yargıç, çoğunluğun hoşuna gitmese de hukuktan yanadır”
Yargı bağımsızlığının bir başka göstergesi de, yargıçların kararlarını, toplumunun çoğunluğunun veya günün politik yönetiminin şiddetli tepkisini çekeceğini bilseler bile alabilmeleridir. ABD Yüksek Mahkemesinin eski başkanlarından William Rehnquist, yargının sadece devletten değil toplumdan da bağımsız karar alabilmesinin önemine dikkat çekerken şu sportif metaforu kullanıyordu:
“Yargı bağımsızlığı, bir basketbol maçında hakemin son saniyelerinde coşkulu taraftarının önünde ev sahibi takım aleyhine faul düdüğünü rahatlıkla çalabilmesidir. Şiddetli şekilde yuhalanacaktır ama o tribünleri dolduran kalabalığın istediği düdüğü değil, gördüğü faulün düdüğünü çalacaktır.”
Örneğin 1954 yılında Brown v. Board davasında ABD’de beyazların gittiği kamu okullarında siyah öğrencilerin kabul edilmemesi anayasaya aykırı bulunarak iptal edildiğinde karar, ABD’nin büyük çoğunluğunu oluşturan beyazlar arasında büyük bir tepki meydana getirdi. O tarihte, beyazların ezici çoğunluğu, siyahlarla beyazların aynı mekanları kullanmasını, toplumsal düzeni ve sosyal dokuyu bozucu, kargaşayı teşvik edici bir karar olarak görüyordu.
Federal hakimler ve Yüksek Mahkeme, 11 Eylül gibi bir terör saldırısı sonrası önüne gelen bazı ‘terör’ davalarında verdiği kararlarla da hem Bush yönetiminin hem de 11 Eylül travmasını henüz atlatamamış halkın çoğunluğunun tepkisine hedef oluyordu. Guantanamo’da tutulan terör şüphelilerinin açtığı Rasul v. Bush (2004), Hamdi v. Rumsfeld (2004), Hamdan v. Rumsfeld (2006) ve Boumediene v. Bush (2008) davalarının tamamında mahkeme, terör şüphelisi sanıkların adil yargılanma hakkının çiğnendiği gerekçesiyle Amerikan başkanı veya bakanları aleyhine karar verdi. 2008’deki Boumediene v. Bush davasının gerekçeli kararında mahkeme şöyle dedi:
“Ülkenin temel belgesi olan Anayasa bu şekilde bir yorumla bükülemez. Anayasa, Başkana ve Kongreye ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir, Anayasanın ne zaman, nerede, kimlere uygulanıp, nerede, ne zaman kimlere uygulanmayacağına karar verme yetkisi vermemiştir. Devletin politik erkine böyle bir güç vermek, anayasal olmayan bir rejime yol açar.”
Yüksek Mahkeme, 1989 yılında da, “Texas v. Johnson” başlıklı davada da, yine kamuoyundaki yaygın görüşün aksine, “Amerikan bayrağı yakmanın kriminal bir suç olmadığına, ifade hürriyeti olduğuna” hükmedecekti.
Bağımsız yargının en önemli işlevlerinden biri de toplumda azınlıkta olanların, sevilmeyenlerin haklarını, çoğunluğa karşı korumaktır. Amerikan nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Hristiyan çevrelerin büyük tepkisine aldırmadan 1962 ve 1963 yılında art arda verdiği iki kararla “kamu okullarında dua yasağı” uygulamasını başlattı. Kamu okullarının yönetimlerinin (özel ve dini okullar bu kapsamda değil) öğrencilere, topluca dua yaptırmasını engelleyen bu karar, Müslüman, Yahudi, Hindu, Budist vb. azınlık öğrencilerin her sabah İncil’den pasajlarla derse başlamak zorunda kalmalarına engel oldu.
Eski yargıçlardan Hugo Black 1940 yılında, “mahkemeler, toplumun çoğunluğunun estirdiği her türlü rüzgarda, sayıca az ve zayıf oldukları için direnemeyecek azınlıkların korunağı olmalı” diyecekti.
“Anayasaya ‘yargı bağımsızlığı’ yazmak yetmiyor…”
‘Yargı bağımsızlığı’, bir devleti bir mafya çetesi organizasyonundan ayıran en önemli farktır. Bu nedenle de Anayasasında ‘yargı bağımsızlığı’ yer almayan devlet yok gibidir. Sisi veya Mübarek döneminin Mısır anayasasında da ‘yargı bağımsızlığı’ garanti altına alındı, Saddam’ın Irak’ında veya Beşar Esat Suriyesi’nin anayasasında da… Kuzey Kore’de bile Anayasanın 166’ncı maddesi ‘mahkemeler bağımsızdır’ der. Ancak uygulamada, yargıçların, devlet yönetimlerinden ve toplumsal baskıdan bağımsız karar alabilme garantisine sahip olduğu ülke sayısı çok azdır.
Birleşmiş Milletler’in Hindistan’ın Bangalore şehrindeki toplantısında kararlaştırıldığı için ‘Bangalore İlkeleri’ diye anılan yargı etiği ilkelerinin birincisinde yargıcın, yasama veya yürütme erki ile uygun olmayan ilişkilerden sadece uzak durması yetmez, yakın olduğu şeklinde bir izlenim bile vermemesi gerektiği vurgulanır. İşte bu temel hukuk kriteri gereği ABD’de yargıçlarla, görevleri ne olursa olsun politikacıları aynı karede görmek çok zordur.
“Ahmaklıkların en büyüğü…”
ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında çeşitli politik konulardaki kutuplaşma oldukça yüksek düzeyde. Ancak her iki toplumsal kesimin de büyük çoğunluğu yargı bağımsızlığının hayati önemi konusunda görüş birliğine sahip. Cumhuriyetçi Partili hukukçu Bruce Fein ve Demokrat Partili hukukçu Burt Neuborne 2000 yılında beraber kaleme aldıkları, 
‘Yargıç Bağımsızlığı Hepimizi Neden İlgilendiriyor?’ 
başlıklı makalede şöyle yazdılar:
“ABD’deki yargısal bağımsızlığı, özgürlüğün, ülke huzurunun, hukuk devletinin ve demokratik ideallerin ana güç kaynağıdır. Cahil partizan yığınların yaygarasına kulak vererek Anayasanın bu paha biçilmez hazinesini kısa vadeli politik kazanımlar için çarçur etmek ahmaklıkların en büyüğü olur.”
Anayasaya yazmakla bırakılmayıp ‘gerçekte de uygulanan’ yargı bağımsızlığı bir toplum için hem en büyük talih hem de temel huzur kaynağıdır. Mülkün temeli budur. Aksi durum ise adeta bir lanettir.
ABD Yüksek Mahkemesinin gelmiş geçmiş en efsane başkanı olan yargıç John Marshall, 1829 yılında Virginia’da katıldığı bir toplantıda bunu şöyle dillendirecekti:
“Tanrının, azgın bir topluma vereceği en büyük ceza, yolsuz, cahil ve devleti yönetenlerinin emrinde bir yargıdır.”
AMERİKAN ANAYASASI NASIL YAPILDI?
CEMAL TUNÇDEMİR 
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Amerika’daki 13 koloninin, 4 Temmuz 1776’da İngilizlerden bağımsızlık ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmişti. Henüz ABD kurulmamıştı. Gevşek bir bağla birbirlerine bağlı konfederal bir yapı vardı.   Kontinental ordunun başkomutanı general George Washington da herkesin dilindeki ‘askeri darbe’ söylentisini duymuş ve 15 Mart 1783 günü, New York Newburgh’da bulunan darbeci cuntanın karargahına şok bir ziyarette bulunmuştu.
Cuntanın başında Washington’un eskiden beri rakibi olmuş olan general Horatio Gates vardı. ABD ile İngiltere arasındaki savaş hali resmen devam ettiği için çoğu milislerden oluşan ordu dağıtılmıyordu. Askerler bağımsızlık ilanının üzerinden 7 yıl  geçmesine rağmen, Kontinental Kongrenin başarısız ve dağınık halinden şikayetçilerdi. Maaşları ödenmiyor, erzaksız zor kışlar geçiriyorlardı. Uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları bağımsızlık bu muydu? Bu dağınıklık ve başıboşluğa son verecek tek bir yol vardı: Kongreyi ve gerekirse Washington’u devirip ülkede askeri bir rejim kurmak.
O soğuk Mart sabahı General Washington kendi askerlerinin karargahına habersiz davetsiz girerken, ülkesi tarihin kavşak noktasında duruyordu. Washington ya omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına sadık kalacaktı ya da çok inandığı cumhuriyet ve demokrasi rejimine. Odaya girdiğinde, subayların darbe toplantısı sürüyordu. Washington konuşmakta olan General Gates’in lafını kesti ve söz aldı. Subaylar bu müdaheleye sessiz kaldılar. Sonuçta Kontinental ordunun başkomutanı sıfatını taşıyordu.
Hitabetiyle meşhur Washington hayatında belki de ilk defa konuşmaya başlamakta zorlandı. Derken, tarihe Newburgh Konuşması olarak geçen ve insan soyunun yönetim anlayışında geldiği noktaya vurgu yapan konuşmasını yaptı. Subaylarına, tarihte hiçbir politik ve sivil sorunun askeri yöntemlerle ebeddiyen çözülemediğini anlattı, ‘’barışçı ve hukuka uygun her türlü davanızın yanındayım.’’ dedi ve kimsenin konuşmasına mahal vermeden onları kendi toplantılarıyla başbaşa bırakıp çıktı.
Konuşma karşısında, bazı subayların gözleri dolmuştu. Kontinental ordusu, işte o sabah maceraperest bir çapulcu takımı olmaktan çıkıp gerçek bir orduya dönüşmüştü. Washington o sabah askerleriyle beraber, ABD’yi bir diktatörlüğe kolayca dönüştürebilirdi. Askerler buna çok hazırdı ve yola çıktıklarında karşılarında duracak hiçbir güç de yoktu. Ancak Washington o dönüm noktasında tercihini tek adamlıktan yana değil, Cumhuriyet ve demokrasiden yana kullanmıştı.
Aynı yılın Kasım ayında İngiliz Krallığı ile ABD arasında Paris Antlaşması imzalandı ve ABD bağımsızlık savaşı resmen sona erdi. George Washington, Paris antlaşmasından 1 ay, askeri darbeyi engelledikten 8 ay sonra Aralık 1783’te, başkomutanlıktan istifa etti. Ülkesine 8.5 yıl hizmet, ordusuna komutanlık yapmıştı. Mount Vernon’daki evine gitti. Karısı Martha kapıda kendisini bekliyordu. Yeniden savaştan önceki işine çiftçiliğe döndü. Toprakla dolu münzevi bir hayatın içine kendini attı. Lafayette’e yazdığı mektupta şöyle söylüyordu:
Potomac Nehrinin kıyısında, kamusal hayatın bütün meşguliyetinden uzakta kendi incir ağacımın altında gölgelenen sıradan bir vatandaşım… Sadece kamu görevlerimden değil, kendimden de emekli oldum. Kalbimin tatmini yolunda sakince dolaşıyorum.
13 koloniden oluşan Amerikan halkı, yeni devlete iktidar olanakları vermekten çekiniyordu. İngilizlerden ve bir ‘kral’dan yeni kurtulmuşlardı. Zayıf ve gevşek bir devlet yönetimi istiyorlardı. Üstelik bu 13 koloninin her biri kendini bağımsız bir devlet olarak görüyordu. Hiçbirinin bir diğerine güveni yoktu.
Peki ne oldu, nasıl oldu da birbirinden pek de hazzetmeyen bu 13 koloni, savaş, askeri güç veya ekonomik kriz gibi hiçbir mücbir sebep olmadan gönüllüce bir araya gelip ortak bir devlet düzeninde anlaşabildiler?
George Washington’un istifasından sonra Amerikan devleti, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gereken 3 zorlu yıl daha yaşadı. Ta ki 11 eylül 1786 yılında toplanan Annapolis Kongresine kadar. 13 eyaletten sadece 5’i temsilci gönderdi. Çok fazla bir karar alınamadı ancak çok çok önemli bir sonuç doğurdu. Kurultayın iki yıldızı Alexander Hamilton ve James Madison’un, ülkenin devlet sistemini ve kurumların yerini açıkça belirtecek bir anayasaya ihtiyacı olduğunda ısrarıyla bir anayasa kongresi toplantısı düzenlenmesi ve kolonilere davet çıkarılması kabul edildi. Bu karar yaklaşık 3 ay sonra sonuç verdi ve Kontinental Kongre, 21 Şubat 1787 günü, Mayıs ayında Philadelphia’da, yani 10 sene önce İngiltere’den bağımsızlık ilan ettikleri Kongre salonunda bir Anayasa Kongresi toplamayı kabul etti.
Ömrünün son demlerini Mount Vernon’daki münzevi hayatında geçireceğini sanan George Washington, bir kez daha ülkesinin çağrısının baskısı altındaydı. Israrları kırmayarak 28 Mart günü Kongre’ye katılmayı kabul etti.
Philadelphia’da anayasa baharı

Kongrenin toplanmasında en önemli rollerden birini oynayan henüz 35 yaşındaki James Madison, 3 Mayıs günü Kongre için Philadelphia’ya gelen ilk delege oldu. O geldiğinde bir tek zaten şehirde çalışan Pennsylvania delegeleri vardı. Madison’un en büyük korkusu, Anayasa Kongresi’nin resmi çalışmasını başlatacağı gün olarak ilan edilen 14 Mayıs günü gerçek oldu. Bir avuç delege hazırdı. Bu da toplantıya başlamaya yetmiyordu.
Ancak delegeler gelmeye başladı. Ve her biri kendi başına bir devlet gibi olan 13 koloninin 55 temsilcisinden oluşan Phildelphia Anayasa Kongresi, 25 Mayıs 1787 günü sessiz bir şekilde açılış oturumunu yaparak çalışmaya başladı.
Kurucu babalardan bir tek Paris’te olan Thomas Jefferson katılmamıştı. İşte bu 55 adam, sadece pazar günleri hariç, aylarca, günde bazen 15 saat süren toplantılarla bir imkansızı başardılar. 13 ayrı koloniden bir devlet çıkardılar. Yürütme, yasama ve yargı organı, erkler ayrılığı, kontrol ve denge sistemi özgün hatlarla belirlenen kurumlar hiyerarşisi tesis ettiler. Aralarından bunun için uğraşanlar oldu ama köleliliği yasaklayamamak gibi zaafları da oldu bu yeni devletin. Çıkarları farklı, hedefleri farklı, devlet anlayışları farklı bu delegeler, toplantılara başladıktan 3 ay 23 gün sonra 17 Eylül 1787 günü, Amerikan Anayasası üzerinde anlaştılar. Washington bir kez daha görevini yapmış olmanın gururuyla Mount Vernon’daki evine çekildi.
Amerikan Anayasasının kabulünden 1,5 yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongrenin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Ülkenin kurucu başkanı Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından emekli oldu ve yeniden Mount Vernon’a döndü. İki yıl, yeniden normal vatandaş olarak yaşadı. Anayasa Kongresinden önce inzivada olduğu yıllarda, en büyük arzusunun 19’ncu yüzyılı görmek olduğunu söylemişti. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yani 19’ncu yüzyıla sadece 17 gün kala yaşamını kaybetti.
Amerikan Anayasası bir ‘mucize’ mi?
ABD Anayasasının yapılışı hakkında uzun yıllar en fazla referans gösterilen kitaplardan biri, Catherine Bowen’in 1966 tarihli ‘Miracle at Philadelphia (Philadelphia’da Mucize)’ kitabıdır. Adından da tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar bir birine zıt, bölük pörçük kolonilerin bir araya gelip tarihin en görkemli politik metinlerinden birini ortaya çıkarabilmeleri ve devlet sisteminin yapısı üzerinde uzlaşabilmelerini adeta bir mucize olarak nitelendirmekte. Aslında, Anayasa Kongresine giden süreçte bir sonuç alınabileceğinden şüpheli olan Washington da, Philadelphia Kongresi’nden sonra Lafayette’e yazdığı mektupta, ulaşılan neticeyi bir ‘mucize‘ olarak nitelendirmişti. Bowen kitabında, ‘’Mucizeler durup dururken olmaz. Her mucizenin uzun acılar içinde yapılmış duaları vardır.‘’ diye yazıyor.
Oysa Philadelphia Anayasa Kongresinin Pennsylvania devleti delegasyonundan Gouverneur Morris, Anayasa kabul edildikten sonra, ‘’Bazıları buna gökten inmiş muamelesi yapıyor.  Oysa ki bu metin 55 sade ve samimi adamın gayretlerinin ve samimiyetlerinin ürünüdür’’ diye konuşacaktı. Açıkçası bu çok daha sağlıklı bir bakış açısı. Bu 55 adamın her biri ötekinden farklıydı. Dahası her biri 13 ayrı devleti temsil ediyordu. Farklı sosyal, etnik, kısmen dini, sınıfsal arka planlara sahiptiler. Bir kısmı diğerinden pek de hazzetmiyordu. Örneğin, John Adams ve Alexander Hamilton, her ikisi de federalist olmasına rağmen birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Ben Franklin, kölelik karşıtı söylemleri nedeniyle birçok kurucu babanın eleştirilerini çekiyordu. Thomas Jefferson, görüş ayrılıkları nedeniyle George Washington ile tüm iletişimini ölünceye kadar, Adams ile 15 yıl boyunca kesecekti. James Madison ve Hamilton devletin şekli konusunda ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştü.
Ama hepsinin çok önemli bir ortak noktaları vardı: samimiyet. Toplumsal bir uzlaşma aramakta samimiydiler. Bir uzlaşmayı, laf olsun diye değil, gerçekten istiyorlardı. Kendileri de dahil kimsenin babasının malı gibi olmayacak, denetime açık, istismara mümkün olduğunca kapalı bir devlet istemekte samimiydiler. Hiçbirinin, kurnazlıklarla iktidar ve gücü kendi uhdesine geçirme art niyeti yoktu. İşte bu samimiyetin sonucunda ortaya çıkan Anayasanın başlangıç bölümü de şu muhteşem cümle oldu:
‘’Biz Birleşik Devletler Halkı olarak, kendimiz ve gelecek kuşaklar için daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti sağlamak, vatanımızda huzuru korumak, halkımızı savunmak, toplum refahını artırmak ve özgürlük nimetini güvence altına almak için, bu anayasayı tesis ediyor ve kabul ediyoruz’’
Tarihçi Richard Beeman da bu anayasanın yapılış hikayesini, ‘’The Plain Honest Men’’ adlı nefis kitabında, 1787 yazının Philadelphia’sına götürüyor bizi. Sadece Pennsylvania eyalet kongresinin salonundaki hararetli tartışmalara değil… 25 Mayıs’tan 17 Eylül gününe kadar 3 ay 23 gün boyunca akşamları gitikleri restoranlara, tavernalarda dönen kulislere, evlerdeki toplantılara, ağrıyan dişlere, yaşaran gözlere, öksürük nöbetlerine…
Bununla şu çok önemli noktayı göstermeye çalışıyor Beeman;
‘’Bu adamlar, yani Kurucu Babalarımız, elbetteki seçkin iyi yetişmiş insanlardı ama bazılarının da görmek istediği gibi yarı tanrı filan da değillerdi. Fanilerden oluşan bir heyetti bu. Amerikan Anayasasını bizim gibi faniler yaptı…’’
Herkesin haklarını ve özgürlüklerini, herkesin huzurunu, güvenliğini garanti altına alan gerçek bir anayasa için, yarı tanrı gibi davranan devlet liderlerinin varlığına, olağanüstü güçleri olan süper kahramanlara değil, samimiyete ihtiyaç vardır. Kimsenin bu anayasayı, kendi kişisel politik kariyerinin veya kabilesinin veya partisinin iktidarını tahkim etmek için bir truva atı olarak kullanmak gibi ucuz, pespaye kurnazlıklar peşinde olmadığı bir samimiyete…
Gerisi birkaç aylık iş…
BAŞKANLIK SİSTEMİ NASIL DOĞDU?
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Hangi yazarımızdan okudum hatırlamıyorum ama 1990’lı yıllarda bir Amerikalı ile atışmasını anlatmıştı. Amerikalıya, ‘’biz Türklerin devleti kaç bin yıllık tarihe sahip, sizinki hepi topu 200 yıllık bir devlet’’ diye övünmeye kalkınca, Amerikalı şu düşündürücü soruyu sormuş; ‘’Bizim Anayasamız 200 küsur yaşında. Sizinki kaç yaşında?’’
Dünyada halen yürürlükteki yazılı anayasaların en eskisi olan ABD Anayasası, yeni devletin çerçevesini belirledikleri için ‘framers’ diye anılan 55 delegenin, Philadelphia’da 25 Mayıs 1787 gününden 17 Eylül 1787 gününe kadar 3 ay 23 gün süren toplantısı sonrası ortaya çıktı.
Amerikan Anayasası toplam 7 ana maddesi ve sonraki birkaç yılda eklenen 27 değişik maddesi (amendments) ile dünyanın en kısa anayasası aynı zamanda. 7 maddenin ilk üç maddesi, kuvvetler ayrılığı doktrinini kesin ve net hatlarla garanti altına alıyor. Anayasa yapıcıların, Philadelphia Anayasa Kongresi’nde en fazla tartıştığı konulardan biri de, ‘yürütme erkinin’ tepesinde yer alacak makamın, ismi ve yetkileriydi.
Çünkü farklı arka planlardan gelen bu 55 adamın da en ortak korkusu yeni bir ‘monarşi’ye zemin hazırlamaktı. Hepsi, İngiliz Kralı 3. George’tan da onun keyfi icraatlar yapan valilerinden de çok çekmişlerdi. Bu nedenle de devletin 3 erkini düzenlerken devletin merkezine, yürütme organını değil, yasama organını yerleştirdiler.  ‘Kongre’yi, yürütmenin başı olacak makama öncelediler. Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinin yasamayı ve ikinci maddesinin yürütmeyi düzenlemesinin nedeni budur.
Connecticut delegelerinden Roger Sherman, yürütmenin başını oluşturacak makamın tek bir kişiye emanet edilmemesi gerektiğini savunanlardandı. ‘Kaç kişiyi bu göreve atayacağına Kongre karar versin’ teklifinde bulundu. New Jersey delegesi William Paterson da ‘yönetici’nin bir kaç kişiden oluşması gerektiğini savunuyordu. Virginia delegesi Edmund Randolph, yürütmenin başının tek kişiden oluşmasının kaçınılmaz şekilde monarşiye yol açacağını söyleyerek, farklı kolonilerden seçilecek 3 kişilik konsey önerdi. North Carolina delegesi Hugh Williamson da yürütmenin başının tek kişide toplanması halinde ‘seçilmiş kral’ gibi olacağını veya en azından kendini böyle hissetmemesinin mümkün olmadığını dile getirecek ve şöyle konuşacaktı:
‘’Bir kere seçildikten sonra kendisini ömür boyu devlet başında tutmanın yolunu araştırmaktan ve bunu sağladıktan sonra da halefinin, oğlu olmasını garantiye almaya çalışmaktan geri durmayacaktır.”
13 koloniden seçilen birer üyeden müteşekkil bir konseyin devleti yönetmesini de tartıştılar. Ancak Anayasa Kongresi’nin en aktif üyelerinden James Madison ve arkadaşları, yürütmenin başında bir komitenin olmasının işlevsiz olacağını, başarısızlıkta sorumluluğu kimsenin üstlenmeyeceği, komite üyelerinin farklı çıkarlar için mücadelesinin, yürütmenin başının her hangi bir icrai karar almasını engelleyeceği vb gerekçelerle, yürütmenin başında ‘tek bir kişi’ olması fikrini kabul ettirmeyi başardılar. Bunu oradaki 55 kişiye kabul ettirebilmelerinde hiç şüphesiz en etkili neden, kendisi de Anayasa Kongresi’ne Virginia delegesi olarak katılan George Washington’du. Çünkü eğer yürütmenin başı tek kişiden oluşacak olursa herkesin aklındaki tek isim oydu ve herkesin Washington’un o makama tiranlıktan uzak bir şekil vereceğine güveni tamdı.
Anayasa yapıcıların, başkanın en az 35 yaşında olması gerek şartını getirmelerinin nedeni de ‘hanedanlık’ oluşmasını engellemekti. O günün ortalama yaşam süresinde, çok az kişi oğlunun 35 yaşına geldiğini görecek kadar yaşıyordu. Yani devletin başına seçilecek kişi, bu anayasal engel nedeniyle yerine oğlunu getiremeyecekti.
Yürütmenin başında yer alacak tek kişinin nasıl seçileceği de uzun uzun tartışıldı. ”Halkın eğitimsiz olduğunu ve kolayca manipüle edilebileceğini” savunan delegeler Kongre’nin başkanı belirlemesi gerektiğini savunuyordu. Devletin başının doğrudan halk oyu ile belirlenmesi gerektiğini savunanlar da vardı. Bir ‘çoğunluk diktatörlüğü’ oluşması endişesi de tartışmalarda önemli yer tuttu. Çoğunluğun her zaman, evrensel hukuktan, herkesin hakkının gözetilmesinden veya farklı inançlardan olanların korunmasından yana olmayabileceği görüşü ağırlıktaydı. Sonuçta orta yol benimsendi ve ABD başkanının bugün artık sembolik hale gelen iki dereceli seçim yöntemi benimsendi. Yani, halk, tek görevi ABD başkanını seçmek olan meclisin (electoral college) üyelerini seçecek ve bu meclis de toplanıp ABD başkanını seçtikten sonra dağılacaktı.
Yürütmenin başı olacak kişinin ünvanı da günlerce tartışıldı. New York delegesi Alexander Hamilton, ‘’Governour of the United States’’ ünvanını önerdi. South Carolina delegesi John Rutledge, ‘His Excellency (Majesteleri)’ ünvanını önerdi. Ancak krallığı hatırlatan bu ünvanlar itibar görmedi.
‘President’ kelimesinin kökeni
Sonunda, 18’nci yüzyıl Amerikasında yaygın şekilde kullanılan ‘president’ kelimesinde karar kılındı. President sözcüğünün temeli olan Latince ‘praesidere’ kelimesi, ‘pre(ön) ve sedere (oturma) köklerinden geliyor. Ancak ‘önde oturan’ anlamına gelen 18’nci yüzyılın dünyasına göre mütevazı bu ünvan herkesi memnun etmedi. Anayasa Kongresi sırasında yurt dışı görevinde olduğu için bulunmayan John Adams, 1789’da yeni teşekkül eden Kongre’ye, ‘’kriket kulüplerinin, itfaiye kurumlarının bile bir ‘president’i var’’ diye yakınarak, devletin başındaki insana, ‘’devletin haşmetine yakışacak onurlu bir ünvan verilmesi gerektiği’’ önerisini getirecekti. James Madison yine sahneye çıkacak ve ‘’yönetici makamı ne kadar fazla mütevazı ne kadar daha fazla cumhuriyetçi olursa ulusal saygınlığımız o kadar büyük olur’’ diye karşı çıkacaktı bu öneriye. Thomas Jefferson’a yakın Senatör William Maclay ise Adams’ın devlet başkanına yüklediği anlamı, ‘putperestçe ve aptalca’ olarak nitelendirecekti. Adams’ın önerisi kimseden kabul görmedi. Adams, Washington’dan sonra, ‘haşmetmeab’ olmak yerine ABD’nin ikinci ‘president’i olabildi ancak.
Philadelphia Anayasa Kongresi’nden bir buçuk yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongre’nin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından yeniden Mount Vernon’daki evine döndü ve iki yıl sıradan vatandaş olarak yaşadı. Kişisel tek hırsı, 19’ncu yüzyılı görmek içindi. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yeni yüzyıla sadece 17 gün kala hayatını kaybetti.
ABD başkanının gücü
ABD başkanının yetkilerinin sınırı, George Washington’dan Obama’ya kadar tartışılan bir konu olageldi. Bununla beraber kuvvetler ayrılığı veya ‘check and balance (denge ve kontrol)’ prensibi 200 küsur yıl sonra hala uygulanmakta. Başkan halkın iradesiyle belirleniyor ama Kongre de öyle… Senato ve Temsilciler Meclisi üyelerini de halk seçiyor. Sisteme rota çizen Yüksek Mahkeme’nin üyeleri ise başkanın aday göstermesi ve Senato’nun onay vermesiyle belirleniyor. Kendi istekleriyle emekli olmazlarsa ‘ömür boyu’ için seçildiklerinden, Kongre’nin de Başkan’ın da etkisinden bağımsız karar alıyorlar. Yani ABD Başkanı’nın karşısında her şeyden önce Kongre ve Yüksek Mahkeme gibi iki önemli kontrol mekanizması var. İfade özgürlüğünün anayasal teminatıyla(First Amendment), medyasının ve üniversitelerinin dünyanın geri kalanına göre görece özgürlüğü de ayrı bir denetim mekanizması getiriyor… ABD Başkanının istediğini yapabilecek gücü yok.
İkinci Dünya Savaşı’nın kudretli orgenerali Dwight Eisenhower halefi olarak ABD Başkanı seçildiğinde Harry Truman’ın, ‘Zavallı Ike, Oval Ofis’e oturacak ve ordudaki alışkanlığıyla emirler yağdıracak ama emirlerinin hiçbiri yerine gelmeyecek. Ordudaki gücünü özleyecek’ diye takılması bundandı. ‘Başkanken bütün yaptığım, etrafımdaki insanlara, ben söylemesem bile kanunen yapmak zorunda oldukları şeyleri yapmalarını söylemekten ibaretti’ diye yakınacaktı Truman. Bill Clinton da bir keresinde, ‘’başkan olmak mezarlık bekçiliği gibi. Altınızda epey adam var ama kimse sizi dinlemiyor’’ şeklinde bir şakayla yakınacaktı.
Elbette ki ABD Başkanlığı Truman’ın veya Clinton’ın karikatürize ettiği kadar sembolik bir makam değil. Güçlü başkanlar veya kriz zamanlarında bu makamın gücünü Anayasal sınırları zorlayacak derecede artırdığı da vaki. Ancak, bugün, dünyanın en güçlü devletini yöneten ‘Başkan’ Obama’nın kendi devleti üzerindeki otoritesi, parlamenter sistemle yönetildiğini düşündüğümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanının devlet üzerindeki otoritesinin yanına bile yaklaşamaz.
Obama’nın 6 yıldır süren başkanlığının en önemli yasal düzenlemesi olan sağlık sigortası reformunu (Obamacare), ABD Kongresi’nden geçirmesi 1,5 yılını aldı. O da Kongre’deki muhalefet ile uzlaşma antlaşmalarına uygun olarak reformun ilk halinden büyük tavizler vererek… Diğer önemli seçim vaadi olan göçmenlik reformu ise ilk denemesinde başarısız oldu. İkinci girişimi ise yıllardır Kongre’den kabul görebilmiş değil. Anayasa gereği, Obama’nın Büyükelçiliklerden bakanlıklara, federal kurumların yöneticilerinden federal yargıçlara kadar aday gösterdiği her isim ancak 100 sandalyeli Senato’dan onay alırsa ‘atanmış’ sayılıyor. Senato onaylamazsa, Başkanın atadığı kişi görevine başlayamıyor.
Obama, Kongre, bütçeyi onaylamakta direndiği için 2013 yılında devletin kapısına kepenk vurmak zorunda kaldığında, ‘’ABD Başkanının Kongre’ye doğru olanı yaptırma gücü yok. Amerikan halkının var’’ diye çaresizliğini itiraf edecekti. Kongre üyeleri ise milletvekili seçilmelerinde, ne ABD başkanına ne de Parti yönetimlerine muhtaç olmadıklarından ikisinden de özgür tavırlar alabiliyor. Örneğin Obama’nın desteklediği bir yasal düzenlemeye karşı Kongre’de mücadele edenler arasında kendi partisinden milletvekili veya Senatörler de olabiliyor.
Anayasa Kongresi çalışmalarını bitirdiği gün Benjamin Franklin, Philadelphia Kongre Binasından çıkarken Elizabeth Powel adlı kadın yolunu keser. Konuşmaya tanık olan Maryland delegesi James McHenry’nin aktardığına göre kadın sorar:
”Doktor Franklin, bu kongreden sonra neyimiz var artık, monarşi mi Cumhuriyet mi?’‘
”Cumhuriyet” der Benjamin Franklin ve ekler, ”Tabii eğer sahip çıkabilirseniz”
***
BAŞKAN OLMAK YA DA OLMAMAK!… NEDİR BU MESELE?
CEMAL TUNÇDEMİR 
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
“Maaşı güzel, üstelik işe yürüyerek gidebiliyorum” Eski başkanlardan John F. Kennedy işini bu şakayla tarif edermiş soranlara. Kennedy açık sözlü bir başkandı. Yalan konuşamıyordu. George W Bushdoğruyu konuşamıyordu. Obama ise, öyle görünüyor ki bu ikisi arasındaki farkı konuşamıyor. Kennedy, “Başkanlığa seçildikten sonra bizi en fazla şok eden, herşeyin, seçim kampanyası boyunca iddia ettiğimiz derecede kötü olduğunu görmemiz oldu” demişti. Aslında bu söz Obama’nın yaşadıklarını anlatmaya yeter. Öyle bir ekonomi devraldı ki 60 günde saçları ağardı.
1950’lerin müzmin kaybedeni Adlai Stevenson (-ki ayrı bir yazıyla size anlatmayı düşüneceğim kadar ilginç bulduğum bir politikacıdır-), “Bu ülkede, her çocuk başkan olabilir. Ve onların hayat boyunca karşılaşabilecekleri risklerden biridir bu” demiş. Demiş ama tam 4 kez de başkanlık için adaylık mücadelesi vermiş. Stevenson’un başaramadığını başaranHarry Truman belki de bu insani çelişkiye ironi olsun diye, “Yaptığım işi yapanların hiçbiri eğer mizah duyguları gelişkin olmasaydı bu işi yapamazdı” diye anlatır başkanlığı. Sahte gülücüklerden, bitmez tükenmez merasimlerden, hiç tanımadığı insanlara durmadan övgüler dizmekten, hiç tanımadığı insanlar tarafından durmadan övgüler dizilmekten yakındığı onlarca konuşması var Truman’ın. Baba Bush da başkanlıktan ayrıldığının ertesinde gazetecilere, sahte sevgiyle çevrili başkanlığı şöyle anlatmıştı: “Golf oynarken yenilmeye başlayınca anladım başkanlığın bittiğini“.
Politika bu, alışsan bırakamazsın, sen bıraksan o seni bırakmaz. Cumhuriyetçi Senatör George Allen, “Dünyada hiçbir iş Washington’da geçiçi bir iş sahibi olmak kadar kalıcı değil” dermiş. Yaşayan başkanlar da anayasal engelleri, eşleriyle, oğullarıyla ve yakın gelecekte muhtemelen kızlarıyla aşıp yine de ‘Pennsylvania Caddesi‘ndeki manzaralı eve dönmenin yollarını arıyor.
Başkanlardan bahsetmemin sebebi, haberiniz vardır, bir başkanlık seçimi daha yaşıyor olmamız. ABD 18’nci yüzyılda kurulmasına rağmen, 20’nci yüzyıl başına kadar hiçbir başkanı ülke sınırları dışına adım atmamış. 1901 yılında başkanlığa seçilen Theodore Roosevelt, ABD dışına çıkan ilk başkan ama o da Panama’ya gidiyor. Teddy Roosevelt aslında meraklı avcı ruhlu bir başkan. ABD içinde de çok dolaşıyor. Avcılığı seviyor. Tabiatı seviyor. New York Doğal Tarih Müzesi ile platonik ilişkisi de bu sebepten. İlk otomobil süren başkan aynı zamanda. İlk uçağa binen de o…
1’nci Dünya savaşı yıllarındaki başkan Woodrow Wilson, Atlas Okyanusunu geçen ilk ABD başkanı. Okuyan yazan kafa yoran bir başkan. Uzun süre birinci dünya savaşına girmemek için direnmiş, sonra girmesi gerektiğini düşündüğünde ise, bir entelektüele yakışır şekilde “estetik” bir gerekçe bulmuş; “Bütün savaşları bitirecek savaş” demiş. Tarih derslerinde öğretilen Wilson Prensiplerinin sahibi olması boşuna değil. Zaten görevi sırasında doktora derecesi sahibi olan ilk başkan.
Hepsi Wilson gibi değil, okuma yazmayla arası iyi olmayan ABD başkanı da olmuş. Aklınıza hemen o geldi ama değil, bir başkasından söz edecem. Abraham Lincoln, öldürüldüğünde ABD başkan yardımcısı olan Andrew Johnson kendini br anda başkan olarak bulur. Politikaya girmeden önce terzilik yapan Johnson, Beyaz Saray’da karısından okuma yazma ve aritmetik öğrenmiş. Azledilen ilk başkan da o. İcraatları sebebiyle ABD Başkanlık tarihçilerine göre gelmiş geçmiş en kötü Amerikan başkanı. ‘Eğitim şart’ diye söyleneceksiniz şimdi. Tam öyle değil. Johnson’ı “en kötü başkanlık” klasmanında en fazla zorlayan başkanlardan birinin “hem Harvard Üniversitesi hem de Yale Üniversitesi mezunu tek başkan” olması(evet bildiniz, W Bush), mevzunun diploma olmadığını gösteriyor. 18’nci yüzyılda doğan Thomas Jefferson 6 dil konşuyordu. 21’nci yüzyıla ve ‘küreselleşmeye’ girerken başkan olan Corci tek dili bile iyi konuşamıyordu. Mesele eğitim değil. İnsan isteyecek. Misal, üniversite mezunu olmayan 9 başkanı daha var bu ülkenin ki biri Abraham Lincoln.
Bugüne kadar gelen 43 başkanın tamamı, 7 etnik kökenden, İngiliz, Hollandalı, Alman, İrlandalı, Galli, İskoç ve İsveç kökenli. Obama, ilk ‘ortaya karışık’ olanı. Çekik gözlü Endonezyalı kız kardeşi de var, simsiyah Afrikalı akrabaları da. İrlandalı akrabaları da var Kızılderili akrabaları da… Zengin kudretli politikacı hiçbir akrabası yok. Fakir bir halk çocuğu olarak başkan olabilmesi, gerçekten insanlığın geldiği seviyeyi göstermesi açısından muazzam. Obama’nın, ülkeyi ele alış koşulları olarak en çok benzetildiği Franklin Delanor Roosevelt namı diğer “eF Di aR“, Obama’nın aksine kendinden önce gelen tam 11 başkanla kan bağına sahipmiş. ABD’nin 12 yıl başkanlık yapan tek başkanı olan FDR, aynı zamanda televizyona çıkan ilk ABD başkanıydı da… Beyaz Saray’da kitaplardan daha enteresan şeyler keşfeden Bill Clinton ise televizyonda yüzü kızaran ilk başkan oldu…
Ronald Reagan Hollywood’tan Beyaz Saray’a gelen ilk başkandı. Obama, jimnastiği bırakmazsa Beyaz Saray’dan Hollywood’a giden ilk başkan olacak. Başkan Yardımcısı ne yapar konuşmuştuk. Peki Başkan ne yapar? Cevabını, en orijinal başkanlardan biri olan Harry Truman veriyor:
"Başkan; Bütün yaptığı, insanlara, zaten yapmaları gereken işi öperek, överek ya da söverek yaptırmak olan bir halkla ilişkiler görevlisidir"

11 Ocak 2017 Çarşamba

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE ŞÛRÂ (DEVLET VE HÜKÜMET) & Yrd. Doç. Dr. Ali Galip Gezgin

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE ŞÛRÂ (DEVLET VE HÜKÜMET)
Yrd. Doç. Dr. Ali Galip Gezgin
Türkler, Orta Asya'dan başlayıp günümüze kadar gelen tarihî süreç içerisinde, birçok devlet kurmuş bir millettir. Onlar, kurmuş oldukları her yeni Türk devletinde, kendilerinden önceki Türk devletlerinin yönetim tecrübelerinden yararlanmışlar; devletin, "bilgi", "birikim" ve "tedrîcî olarak tekâmül" den ibaret bir mekanizmaya bağlı olarak ayakta kalabileceğini idrak etmişlerdir. Bu nedenledir ki Türkler, çok az sayıda millete nasip olan uzun ömürlü devletler kurma bahtiyarlığını elde etmişlerdir. Bilge Kağan (ölm.) 'ın "Üstte gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe ey Türk! Senin ilini ve töreni kim bozabilir?..." ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Türklerde "Devlet-i Ebed Müddet" fikri mevcuttur.
Türkler için son derece önem arzeden "devlet" kurma geleneği, önemini İslâmiyet'in kabulünden sonraki dönemlerde de korumuş ve bu müessese her şeyin üstünde yer almakla beraber, devleti temsil eden "sultan" da önemli yetkilere sahip kılınmıştır. Sultanlar, yürütme ve yargı erkinin başında bulunurlarken, belli bir yasama yetkisine sahip olmuşlardır. Sultanların, halkı diktatörce yönetmelerine engel olan unsurların başında ise "şûrâ" ilkesi gelmektedir. Şûrâ, devlet yönetiminde gereği gibi uygulandığı takdirde, "devlet-i ebed müddet" düşüncesini, kuvveden fiile çıkaran önemli dinamiklerden birisidir.

Devlet yönetiminde şûrâ'ya yer veren Türkler, hem İslâm öncesinde, hem de İslâmiyet'in kabulünden sonra bilginlerin fikir ve görüşlerinden de istifade etmeyi ihmal etmemişlerdir.1 Şûrâ kavramı Arapçadan dilimize geçmiş bir kelime olup, isabetli ve doğru karar verebilmek için, ilim ve ihtisas sahibi kişilerle fikir teatisinde bulunmaktır. Türkler, şûrâ'ya karşılık olarak, "işlerde danışma, görüşme, düşünme" anlamına gelen "kengeş" kelimesini kullanmışlardır.2 "Kengeş" kelimesi, Dîvânu Lugâti't-Türk 'de şu şekilde geçmektedir: "Kengeşlik bilig artamas" yani "Danışıklı iş bozuk olmaz".3 Bir başka ifadeyle, eğer akıl, danışmakla birleşirse iş yerli yerince yapılır ve sonuç müsbet olur. İşte bu veciz ifade Türklerin şûrâ'ya ne kadar önem verdiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Danışmanın ilk nüvesini teşkil eden "kurultay", Mete'nin (Mo-Tun, Oğuzhan) (M.Ö.209-174?)4 zamanından itibaren devletin temel kurumlarından biri olmuştur.5 Kurultay, başlangıçta dînî tören, bayram, yeme-içme toyu, eğlenme ile yarışmayı da ifade eden bir devlet toplantısı iken daha sonraları, önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve nihayet ittifakla verilmiş kararların alındığı bir müessese haline gelmiştir. Meselâ, "yeni bir devletin kurulması", "göç", "savaş yapılan bir ülke ile barış" vb. hususlarda kurultayın toplanması bunun en belirgin örneklerindendir. Nitekim M.Ö. 68 yılından sonra Hun hakanının, Çin ile barış yapmak için devletin ileri gelenlerini bir araya toplaması6 kurultayın fonksiyonelliğinin bir belirtisi olarak değerlendirilebilir.

Bu kurultaylarda sadece siyasî ve askerî problemler değil, aynı zamanda, ülkeyi ilgilendiren her türlü problem tartışılarak, karara bağlanmaktadır. Bir keresinde Gök-Türklerin ünlü hükümdarı Bilge Kağan, Türk illerindeki şehirlerin Çin ülkelerindeki gibi surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm'in yurtta yayılmasının teşvik edilmesi için kurultay toplamıştır. Ayguçı (devlet müşaviri) Tonyukuk "Çinliler gibi şehirlerimizin etrafını çevirip, iyice yerleşirsek, nüfusumuz onlardan çok az olduğundan onlara karşı varlığımızı koruyamayız; varlığımızı hareketliliğimize borçluyuz; Budizm ve Taoizm bize uyuşukluk getirecektir" sözleriyle karşı çıkmış, Bilge Kağan'ın teklifi kurultayda reddedilmiştir.(7)

Eski Türk kağan ve sultanları, yabancı baskıcı hükümdarlardan çok farklı olarak, yüksek ve insânî vasıflarda ve demokratik bir anlayışa sahip oldukları için halkın görüşlerine değer vermişlerdir.8 Türk devlet mekanizması içerisinde "Tayanç" ve "Kengeşçi" adı verilen pek çok danışmanın bulunuşu bu görüşü destekler mahiyettedir. Nitekim Cengiz Han'ın müşavirleri (danışmanlar) saraylarda, "Tayangu" unvanını taşımakla birlikte, "dayanmak" fiilinden türetilen "Tayançı" unvanı, "Tirgek" yani "direk" unvanını taşıyan danışmanlar da görev yapmışlardır. Ayrıca "İş-Ayguçı" (İş danışmanları) ile "Basutçı", "yardımcı", "tapuçı", "hizmetçi" adı verilen maliyet memurları da yine bu sınıfa bağlı müşavir konumundadırlar.9 Eski Türk tarihiyle ilgili bazı kaynaklardan, Türk hükümdarlarının kalabalık denilebilecek kadar çok sayıda danışman bulundurduklarını öğreniyoruz. Aynı kaynaklara göre Oğuzlar, işlerini meclisler kurarak istişâre (kenğeşme) yolu ile halletmişlerdir. 10 Oğuz sü-başısı, Etrek, Tarhan, Yınal gibi Oğuz büyüklerini çağırarak, onlarla istişare etmiştir. (11) Dolayısıyla Oğuzlar devletinin bir bakıma demokratik prensiplere göre idare edildiğini söylemek mümkündür.(12)

İslâmiyet'ten önce kurulan Türk devletlerinde "şûrâ" müessesesi ile ilgili bu özet bilgilerden sonra, şimdi de, Türklerin İslâm dînini kabul etmelerini müteakiben kurdukları devletlerdeki "şûrâ" anlayışı ile ilgili bilgilere yer vermeye çalışalım.

1. İLK MÜSLÜMAN TÜRKDEVLETLERİNDE ŞÛRÂ

Türklerin İslâmiyet'i benimsemeleri ve İslâm medeniyetine adım atmış olmaları, Türk tarihi açısından son derece önemli bir olaydır. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisinde inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husûle getirdiği derin değişme ve gelişmeler nedeniyle bir milletin tarihinde önemli bir hadise olmak vasfını daima korur.13

Türklerin din olarak İslâmiyet'i seçmeleri sürecini kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkler, Emevî hilafeti döneminde, yavaş da olsa İslâmiyet'i kabul etmeye başlamışlardır. Türklerin bu dîni yakından tanımalarıyla IX. yüzyıl ortalarından itibaren Müslümanlığı kabul edenler artmış, nihayet X. yüzyılın ilk yarısından itibaren halkı ve yöneticileri Türk olan ilk Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmaya başlamışlardır.14 Bunlar ise kuruluş tarihi itibariyle kronolojik olarak İtil (Volga) Bulgar Devleti (920-921), Karahanlılar (945), Gazneliler (963) ve Selçuklular (1038) gibi Türk-İslâm devletleridir.

Bu devletlerde şûrâ'nın uygulanmasıyla ilgili olarak bilgi vermeden önce şu hususun bilinmesinde fayda vardır. Şûrâ ilkesinde, devlet başkanı her ne kadar istişâre sonucunda alınan kararları yürürlüğe koyup koymama hususunda bir takım yetkilerle donatılmış olsa da, yönetim anlayışında meşveret prensibini ön plana çıkarması, demokratik bir yaklaşım içinde olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu konuda müstakil bir eser telif eden Mehmet Saray; ".Bugünkü cumhuriyetlerin Türk halklarının ataları, diğer milletlerle mukayese edilemeyecek derecede meclis ve demokrasi fikrine sahip idiler. Hiç bir Türk devleti tek bir kişi tarafından istediği şekilde ve despotça yönetilmemiştir. Her Türk devletinin bir meclisi olmuş ve bu mecliste bazen halkın temsilcileri ve bazen de devletin yetkilileri ülke meselelerini enine boyuna tartışmışlardır."15 demektedir. Dolayısıyla Türk devletlerinde mevcut olan ve meselelerin ayrıntılı bir biçimde müzakere edilmesi, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunulması gibi olgular, Kur'ân'ın da öngördüğü bir husustur. Kur'ân'da, şûrâ ile ilgili olarak öncelikle Hz. Peygamber'e idarî ve diğer işlerde ashabına danışması emredilmekte ve: " (.) Onları affet, bağışlanmaları için dua et; (Yapacağın) iş (ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah'a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever."16 buyurulmaktadır. Bu âyette geçen "Veşâvirhum fi'l-emr" (: (yapacağın) bir iş hakkında onlara danış" ibaresiyle ilgili olarak klâsik tefsirlerde, birbirinin tekrarı nitelikte yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlarda temel olarak, şûrâya, savaş ilânı gibi dünya işlerine ait bir takım konularda başvurulmasının lüzumu; hakkında nass bulunan dinî konularda ise buna gerek olmadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca âyette geçen "Şavir" (: Danış) emrinin muhatabı Hz. Peygamber ise de, bu emir Hz. Peygamber'in buna muhtaç olmasından ziyade, ümmetini buna alıştırması hikmetine bağlanmıştır. (17) Yine Kur'ân'da: "...Onların işleri, aralarında danışma (: şûrâ) iledir (...) "18 meâlindeki âyet ile şûrânın insan hayatındaki önemi vurgulanmakta ve işlerini istişâreyle yapan mü'minler övülmektedir. (19)

Kur'ân'ın önemle üzerinde durduğu "şûra" ilkesi, kendine özgü bir demokrasi ve cumhuriyet sistemidir.20 Bir başka ifadeyle bugünkü cumhuriyetin prototipidir. Zira Kur'ân şûra ilkesi ile, ilk cumhuriyet esasını getirmiştir.21 Şûra ilkesi, demokrasinin dayanaklarından birisidir.22 Ancak kanaatimiz odur ki demokrasi ile -Kur'ân'ın evrensel ilke boyutunu vererek şekil ve işleyiş tarzını insanlara bıraktığı- "şûra"yı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Çünkü Kur'ân, yönetim şekli getirmemiştir. Kur'ân'ın getirdiği ve ortaya koyduğu şey yönetime hâkim olacak zaman üstü prensiplerdir.23 Kur'ân, danışma konusunda da özel yöntemler koymaz. Nitekim meclisin oluşumu, seçim şekli, vekillik süresi vb. hususları, her dönemin ve her ülkenin yöneticilerinin uygulamalarına bırakmıştır.24 Şûra'da önemli olan, bu organın, çevresinde temsil etme niteliğine sahip, temsil ettikleri kimselerin güvenine lâyık ve ahlâkî dürüstlükleriyle tanınmış şahsiyetlerden oluşmasıdır.25 Zira temsil etme niteliğine sahip olmayan, yetkisiz ve bilgisiz kişilere danışarak onlara itaat etmek doğru olmadığı gibi,26 Kur'ân'ın şûra ile getirmiş olduğu evrensel ilkeye de aykırıdır. Çünkü Kur'ân bu konuda: "Yeryüzündekilerin (27) çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar, sâdece yalan söylerler"28diye uyarmaktadır.

Görülüyor ki, verilecek kararlarda rastgele çoğunluğa uymaktan ziyade, bu çoğunluk içinden seçilmiş ilim-irfan sahibi, yetkili kişilerin rehberliğinden istifade etmek esastır.
Kur'ân'da yer alan "şûrâ"ya ilişkin âyetlerin yanı sıra, konu ile ilgili Hz. Peygamber'in hadislerinin de mevcudiyeti, bu ilkenin Türk devlet yönetiminde ciddiyetle uygulanmasında önemli etkenlerden birisidir. Zira Türklerin Hz. Peygamber'e olan sevgilerinin müsbet açıdan tezahürleri bilinen bir gerçektir. Hz. Peygamber'in şûrâ ile ilgili tavsiyelerinden bir kaçına burada yer vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Bir gün Hz. Peygamber'e "Azm"in ne demek olduğu sorulmuş, o da bunu şöyle açıklamıştır: "(Azm) görüş sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır."29 Yine Hz. Peygamber; "Müsteşar mü'temendir (güvenilir insandır)"30 buyurmuştur. Bu hadise göre, fikrine müracaat edilecek kimse, güvenilir bir kişi olmalıdır. Ayrıca çözüm bekleyen sorunların, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olunmayan kişilerle istişâre edilmemelidir. Nitekim bir başka hadiste Hz. Peygamber: "Bir müslüman kardeşiniz sizden birine bir şey danıştığı zaman ona (bildiği doğru yolu) göstersin"31 buyurarak danışmanlık yapanların doğru bilgi vermelerini ihtar etmektedir.32 Hz. Peygamber, şûrâyı tavsiye etmekle kalmamış, bizâtihî kendisi uygulamıştır. Onun şûra ile ilgili uygulamalarına dair pek çok misal verilebilir.33 Keyfî yönetim üzerindeki pratik kontrolü sağlayan şûra'yı Hz. Peygamber'in uygulamasındaki amaçlardan birisi ve belki de en önemlisi, kendisinden sonra gelen yöneticilerin halkı despotça ve diktatörce yönetmek yerine meşveret yoluyla problemleri çözmeleri hususunda kendisini örnek almalarını sağlamaktır. Zîra, Allah'ın gönderdiği vahy ile hareket eden Peygamber bile işleri istişâre ederek yaptığına göre, ondan sonraki yöneticilerin de, Allah'ın elçisini örnek alarak bu ilkeyi mutlaka yerine getirmeleri gerekir.34

Türkler, benimsedikleri İslâm dîninin temel kaynakları olan Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünnetinde önemle vurgulanan "şûra" ilkesini, kendi devlet geleneklerinde var olan "kengeşme" ile mezcetmişlerdir. Bu sebeple Türk-İslâm devletlerinde şûrâ incelenirken bu hususun bilinmesinde yarar vardır. Şimdi, kronolojik olarak İlk Türk-İslâm devletlerinde "şûrâ" ilkesinin nasıl uygulandığı hakkında bilgiler vermeye çalışalım.

1.1. KARAHANLILARDA ŞÛRÂ

Karahanlıların devlet teşkilatına dair bilgileri, o dönemde Yusuf Has Hâcib (ö.?) (35) tarafından yazılan "Kutadgu Bilig" (36) 'te bulmaktayız. Zira bu eser, "Karahanlı Devlet Teşkilâtı" adı altında müstakil bir çalışma yapmış olan Reşat Genç'in de önemli kaynağını oluşturmaktadır. (37) Karahanlı Devleti'nde, Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri şahsında toplayan kişidir. (38) Bu hükümdarlar, "Tonga, İlig, Buğra, Arslan, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Han, Hakan ve Terken" gibi unvanlar kullanmışlardır. Türklerin daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları "Katun" tabirinin Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanılmakta olup, hükümdarın yanında yer alan "Hatun", diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlı devletinde de mühim bir mevkiye sahiptir. (39)

Yağru (vezir), esasında Başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de, günümüz kabinelerine benzeyen büyük bir dîvan bulunmaktadır. Bu dîvanda, idârî işler görüşülerek kararlar alınır ve bu kararlar, hükümdara arz edilip, onun onayı alındıktan sonra, uygulamaya konmaktadır. (40)

Karahanlı Devleti'nde görülen bu yönetim tarzı her ne kadar eski Türk feodal bünyeye sahip ise de, hükümdarlar, egemenlik haklarını, "töre", "kut" ve "danışma meclisi" gibi unsurların bulunması nedeniyle sınırlı olarak kullanabilmektedirler. Karahanlıların devlet teşkilatı, dönemin egemenlik anlayışından etkilenmiştir. Bu egemenlik anlayışı ise, R. Genç'in de belirtmiş olduğu gibi, uzun denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde tekâmül ederek olgunlaşan Türk hâkimiyet anlayışıdır. Devlet başkanına, yönetme hakkı Allah tarafından ilâhî bir lütuf olarak bağışlanmıştır. Bu sayede o, Allah'ın dünyadaki halifesi, temsilcisi konumundadır. Ancak bununla birlikte Türk hükümdarı asla insan üstü bir varlık olarak da görülmemiştir. O, önce Allah'a, sonra da Töre yoluyla yönetiminde yaşayan kimselere karşı mes'ûliyet sahibi olup, bu sorumluğunu îfâ edebildiği sürece hükümdar olarak kalabilir.41

Karahanlılarda görülen bu "hâkimiyet" telâkkisi siyasi iktidarın kaynağını Allah'a bağlamakla, hükümdarı, yaptığı işlerden dolayı Allah'ın indinde sorumlu tutmuş ve bu suretle günümüzde "Millî İrâde" denilen yüksek kontrol otoritesi meselesini de üstün kültürleri sayesinde kendilerine göre halletmişler ve insanları da hükümdarın şahsî insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmışlardır. Böylece Türk hükümdarı, hiçbir sorumluluk taşımayan diktatör biri değil, öncelikle Allah'a ve sonra da Töre yoluyla idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği sürece hükümdar kalabileceğinin bilincinde olan bir kimsedir. Bir başka deyişle, Türk devlet başkanının hem kendisi hem de yönetimi altında bulunanlar, onun insan üstü bir varlık değil, normal bir insan konumunda bulunduğunun ve idare yetkisinin bazı şartlarla sınırlandırılmış olduğunun bilincindedirler.42 İşte bu bilinç, bir bakıma şûrâ'nın temelinde bulunan amaçlardan (: makâsıd) olup, şûrâ'nın bilfiil uygulanmasının tabiî bir sonucudur.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, Karahanlıların devlet yönetiminde de diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, şûrânın önemli bir yeri vardır. Devlet başkanları, genellikle danışma meclislerinden çıkan kararlara göre hükmetmişlerdir. Dolayısıyla devlet yönetiminin temel ilkelerinden biri olan meşveret ilkesine Karahanlıların devlet mekanizması içerisinde aktif olarak yer verilmiştir.

1. 2. GAZNELİLERDE ŞÛRÂ

Gazneliler Devleti'nin kurulduğu bölgelerde çok eski dönemlerden beri çeşitli Türk zümreleri yaşamaktadır. Daha sonra Hint seferleri dolayısıyla Orta Asya'dan bölgeye göçler de olmuştur. İşte, Gazneliler Devleti'nin tebasını bu Türkler ve muhtelif etnik kökenli yerliler oluşturmuşturlardır.43

Gazneliler'in devlet teşkilâtı da diğer Müslüman Türk devletlerine benzemektedir. "Gaznelilerin Karahanlıların ve daha sonra Selçukluların birçok müessesesi üzerinde Sâmânî müesseselerinin tesirleri göze çarpmaktadır. Bu devletler de Abbâsî Devleti'nin kuvvetli nüfuzu altında kalmışlardır."44 Nitekim buna uygun olarak Gazneli saray teşkilatında; "Agaçı (Hâcibu'l-Hüccâb), Candar, Emir-i Silah, Camedâr, Şarabdar, Hansalar, Emir-i Ahur, Emir-i Şikar, Emir-i Hares, Çavuş" gibi görevliler yer almaktaydılar. Devletin beş büyük dairesi vardır. Bunlar, Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Risalet, Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı İşraf ve Dîvân-ı Vekâlet'tir. (45) Gaznelilerde sultan, mutlak bir şekilde hâkimdir. Sultan, diğer Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi, Allah'ın yer yüzündeki halifesidir. Sultan devlette kanun koyma, adlî otorite ve yürütme otoritesi bakımından en üstün durumda olup, halk üzerinde îdam ve affetme yetkisine sahiptir. 46

Türk-İslâm devletlerinden biri olan Gaznelilerde de istişâre kurumunun sınırlı bir şekilde olduğunu görüyoruz. Devlet bürokrasisinin en üst noktasında bulunan sultan, şayet uygun görürse bir vezir tayin ederek, onunla ve diğer dîvan reisleriyle istişâre ederdi, ancak son kararı vermekte serbestti. Dolayısıyla sultanın meşveret sonucunda alınan karara uyma zorunluğu yoktu. 47

Hülasa, Gazneli Devleti'nde de, belli ölçüler ve sınırlamalarla da olsa meşveret ilkesine yer verilmiştir. Burada şu hususu tekrar hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: Türk devlet geleneğinde tatbik edilen "şûrâ" ile İslâm hukukunun ön gördüğü "şûrâ", gerek kavramsal çerçevede, gerekse uygulanış biçimi açısından kısmen benzerlikler arz etse de, özellikle uygulamada oldukça farklıdır.

2. BÜYÜK SELÇUKLULARDA ŞÛRÂ

Selçuklu Devleti, Türk-İslâm orijininden gelen, "töre", "kut", "şûrâ" gibi kurumların birleşmesiyle meydana gelmiştir.48 Fakat Selçuklular, devlet yönetiminde her ne kadar eski Türk Töresi'ni ve İslâmî prensipleri kendilerine rehber edinmişlerse de, İslâmî terimler ve kurumlar daha ağırlıklı olarak yer almıştır.49 Nitekim, Arapların ve Farsların kullandığı "dîvân" Selçuklu Devleti'ni idare edenler tarafından da kullanılmaya başlanmıştır.50 "Dîvân"ın günümüzdeki karşılığı "Bakanlar Kurulu (Council of Ministers)"dur. Selçuklu Devleti'nde "dîvân" teriminin kullanılmasında İslâmî kültürü kadar, Selçuklu Devleti idaresinde İranlı idarecilerin bulunması da etkili olmuştur.

Eski Türk devletlerinin, bir bakıma demokratik anlayışla örtüştüğü söylenebilecek olan "şûrâ", an'anesi Selçuklulara da intikal etmiştir.51 Zira, Büyük Selçuklu Devleti'nde "âlimler ve ihtiyarlar meclisi", "müşavere meclisi" veya "meşveret meclisi" adını taşıyan bir kurumun oluşu52 bu geleneğin devam ettiğini göstermektedir. Selçukluların danışmaya verdiği önemi daha iyi kavrayabilmek için Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk'ün (ö. 485/1092) "Siyasetnâme" isimli eserini incelemenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Nizamülmülk bu eserinde, önemli problemleri danışmak suretiyle insanın fikir gücünü artırabileceğini belirtmektedir.

Ona göre, danışmak, bireyin tam fikir sahibi olmasını ve ileriyi görmesini sağlar. Çünkü herkesin bilgi düzeyi farklıdır. Kimisi çok bilgilidir. Fakat yeterli tecrübesi olmadığı için, bildiğini uygulamada başarısız olur. Kimi de vardır ki hem tecrübelidir, hem de, bildiği ve tecrübe sahibi olduğu hususu tatbik etmekte mâhirdir. Nizamülmülk bu konuda şu örneği verir: "Biri vardır hastalığın ilacını kitaptan almıştır. Bütün ilaçların isimlerini ezberden bilir, sonra başka biri vardır, aynı ilaçları hem bilir, hem de o ilaçlarla hastalıkları tedavi eder. Çünkü, ilaçları defalarca tecrübe etmiştir."53 Pratik yapan, teori bilen bir başkasıyla asla bir değildir. Nizamülmülk, bu örnekten sonra şu dikkate değer fikirleri zikreder: "Devlet yönetimi hakkında bilginler ve cihangörmüş kişiler ile tedbir almak gerekir. Tedbir alan kişilerin sayısı ne kadar fazla olursa, gücü de o kadar fazla olur. On kişinin alacağı tedbir, üç kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olacaktır."54

Nizamülmülk'ün yukarıdaki önerilerinin lafta kalmadığını, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde uygulandığını da kaynaklardan öğreniyoruz. Zira, meşveret ilkesinin uygulandığına dair en önemli gösterge, Selçuklu devlet yönetiminde "Dîvân-ı Saltanat (: Büyük Dîvân) " adı verilen bir meclisin bulunmasıdır.55 Bu meclisin çalışmaları hükûmet başkanı olan başbakan, yani büyük vezirin riyâsetinde yapılmaktadır. Meclisi oluşturan üyeler ise şunlardır: İçişleri, dışişleri, maliye, askerî eğitim ve donatım, adalet işlerinden sorumlu olan vezirler ile ordu komutanları, şehzâdeler, onların yetişmesinden sorumlu olan ata-beglerdir.56 Ülkenin çözüm bekleyen problemleri bu dîvanda tartışılmakta ve alınan kararlar devletin başı olan Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte, nadiren de olsa, meclisin almış olduğu bu kararları, Selçuklu hükümdarı değiştirebilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılan odur ki, Selçuklu Devleti'nin başındaki hükümdar, devleti, diktatörce değil, meclisin aldığı kararlar çerçevesinde idare etmiştir.57

Selçuklu Devleti'nde gelişen bu meclis sistemi Anadolu Selçuklularında da, biraz değişikliğe uğramakla birlikte devam etmiştir. Bu küçük değişiklik, özellikle Anadolu Selçuklularının, Moğollara mağlup olmasından sonra ortaya çıkmıştır. M. Saray'ın da belirtmiş olduğu gibi, Moğol istilâsından sonra, Anadolu Selçukluları meclisinin teşkil eden dîvâna ve onun yan kuruluşlarına nezaret etmekle yükümlü bir Moğol naibliği oluşturulmuştur. Bu naiblik, meclisin diğer işlerine karışmamakla birlikte, vergi ve maliye işlerine müdahalelerde bulunmuştur.58 Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki kısmen değişmiş meclisin adı "Divân-ı Saltanat (divan-ı a'lâ)"dır. Bu dîvân, bazen hükümdarın, bazen "Sahib-i Azâm" denen vezirin başkanlığında toplanan en büyük karar ve müzakere organıdır.59

Şu halde, hem Selçuklu, hem de Anadolu Selçuklu Devleti'nde danışma meclisi bulunmaktadır. İslâm öncesi Türk devletlerinde görülen "kurultaylar", İslâm sonrası Türk devletlerinde "dîvân" adı altında devam etmiştir. Danışma meclisleri hangi ad altında olursa olsun, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde de yer almıştır. Dolayısıyla bu devletlerde "danışma" ilkesinin uygulanmış olması da, söz konusu devletlerin, diktatörce idare edilmediğinin ve hükümdarların yetkilerinin sınırlı olduğunun en önemli göstergelerindendir. Zira egemenlik yetkileri sınırlı olan bir hükümdarın yönetimi, "diktatör yönetimi" olarak tavsif edilemez.

SONUÇ

Türk devlet geleneğinin kökleri tarihî derinliklere kadar uzanan, en önemli yönetim ilkelerinden birisi de "şûrâ"dır. Türkler, "Kengeşme" adını verdikleri şûra'yı, ilk bozkır devletlerinden başlamak sûretiyle günümüze kadar devam ettirmişlerdir. "Danışıklı iş bozuk olmaz" prensibinden hareketle, devlet yönetiminde, şûra'ya ayrı bir önem vermişlerdir. Tarihi süreç içerisinde şûra ilkesini sistemli bir şekilde uygulayan Türkler, yönetim mekanizmalarında danışmanlara yer vermişlerdir.

Onlar, bu danışmanların ilim ve irfan sahibi olmasını temel şart olarak kabul etmişler, kararlarını alırken onların görüşlerinden faydalanmışlardır. Türkler zaten kendi geleneklerinde var olan bu ilkeyi, İslâmiyet'i benimsedikten sonra, dînin içerisinde mevcut olan istişâre ile mezcetmişlerdir. Şûra ilkesi, sadece yönetimle ilgili olmayıp, aynı zamanda bireyin bütün hayatı ile yakından ilgilidir. Kur'ân, şûra ilkesiyle daha o dönemde ilk olarak cumhuriyet esasını ortaya koymuş ancak herhangi bir yönetim şekli getirmemiştir. O, şekilden ziyade, yönetime hâkim olacak zaman üstü prensipler ortaya koymuştur. İşte "şûra", Kur'ân'ın zaman üstü yönetim prensiplerindendir. Meşveret meclislerini oluşturacak kişilerde aranan vasıfların başında, istişâre edilecek konularda uzmanlık ve liyakat gibi hususlar gelirken, günümüzde uygulanan demokratik sistemlerde ise, ehliyet ve liyakatten ziyade seçme ve seçilme yaşı, milliyet, seçme ve seçilmeye engel olacak biçimde mahkum olmamak, vb. şartları taşıyan her vatandaş oy kullanabilmektedir. Halbuki, şûrâda, fikrine müracaat edilecek, oy kullanacak kişilerin "ehl-u hall ve'l akd" vasfını taşıması lâzımdır. Bu bakımdan, Şûrâ'da rastgele çoğunluktan ziyade, konusunda mütahassıs olup, yeter derecede bilgi birikimine sahip kimselerin fikirleri ve oyları geçerlidir.

İslâm öncesi Türk devletleri ile Türk-İslâm devletlerinde, yönetimin başında bulunan hükümdarlar danışma meclislerinin kararlarını genellikle kabul etmişlerdir. Bundan dolayı, Türk hükümdarları, "diktatör" olarak vasıflandırılmamalıdırlar. Onlar yönettikleri tebalarına despotça davranmamışlardır. Zira onların egemenlik hakları, hem "töre" hem de "meşveret" ile sınırlandırılmıştır. Sınırlı egemenlik hakkına sahip olan hükümdarlar, danışma meclislerinde alınan kararlar doğrultusunda hüküm vermişlerdir. Nadiren de olsa, bu meclislerde alınan kararları onaylamadıkları vakî olmuştur.

Türk devletlerinde, önce Kurultaylar, sonra Danışma Meclisleri vasıtasıyla uygulanan şûrâ ilkesi, ilk Müslüman-Türk devletlerinde ve Büyük Selçuklularda Dîvânlar, Meşveret Meclisleri şeklinde tatbik edilmiştir. Türk devlet geleneğinin önemli bir yönetim ilkesi olan Şûrâ, daha sonra kurulan Türk devletlerinde de devam etmiştir.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, Türk devlet yönetiminin temel dinamiklerinden biri olan şûrâ, gereği gibi uygulandığı takdirde fikir diktasını engellemek suretiyle gerek birey, gerekse topyekûn bir millet olarak isabetli ve başarılı adımlar atılmasını sağlar. Şûrâ'ya sadece devlet yönetiminde değil, hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır. Şûrâ, bilgi birikimi ve tecrübesi olan kişilerle yapılan bir faaliyet olduğuna göre, bireyin hata yapmasını, büyük ölçüde önleyen bir ilkedir. Yararlarını saymakla bitiremeyeceğimiz şûrâ'ya günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu izahtan varestedir. Devletin bekası, milletin huzur ve mutluluğu bu ilkenin lâyık olduğu şekilde tatbik edilmesine bağlıdır.

BİBLİYOGRAFYA
1 Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün, Bugün, M. E. B. Y.: 2435, İstanbul, 1997, s. 237.
2 Kaşgarlı Mahmûd, Dîvânu Lugâti't-Türk, çev. Besim Atalay, T. D. K. Y., 521, T. T. K. B., Ankara, 1985, c. III, s. 358.
3 Kaşgarlı Mahmûd, a.g.e., a. y.
4 Mo-Tun'un ölüm tarihi ile ilgili bilgiler farklı olduğu için hüküm sürdüğü dönem kaydedilmiştir.
5 Mari, A. "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı", Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978, s. 9.
6 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977, s. 227.
7 Niyazi, M., Türk Devlet Felsefesi 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 91'de M. De Groot, Die Hunnen der Worschrifthen Zeit, Berlin und Leipzig, 1921, s. 59'a atfen. Bu kurultaylar, İslâmî dönemdeki Türk devletlerinde de görülmektedir. Büyük Selçuklular'da Tuğrul Beğ'i hükümdarlığa seçen ailenin ileri gelenleri ve aşiret beyleri; eski Türk devletlerinde görülen "kurultay"ı oluşturmuşlardır. Yazıcızade'nin ileri sürdüğü gibi, Osman Gazi'yi devletin başına bey seçen kabile reislerinin oluşturdukları seçkin topluluk da "kurultay"dan başka bir şey değildir.
8 Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, c. I, s. 102.
9 Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, (I-II), M. E. B. Y., 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997, c. II, s. 59; Taneri, A., a.g.e., s. 237.
10 İbn Fazlan, Seyahatname, çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 34.
11 Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 89, İstanbul, 1992, s. 62.
12 Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Selçuklu Tarih Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Güven Matbaası, Ankara, 1979, c. I, s.6.
13 Turan, O, "Türkler ve İslâmiyet", A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, Sayı: 4, Ankara, 1946, s. 457.
14 Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992, s. 34.
15 Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K., Ankara, 1999, s. V.
16 et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-Beyan an Te'vîli Ayi'l-Kur'ân, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1988, c. III, s. 153; es-Semerkandî, Ebu'l-Leys Nasr b. Muhammed, Tefsîru's-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, c. I, s. 260; el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes'ûd, Me'alimu't-Tenzîl, Daru'l-Teyyîbe, Dördüncü Baskı, Riyad, 1997, c. II, s. 124; ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kasım Carullah Muhmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvil fî Vucûhi't-Te'vîl, Darû'l-Fikr, y. y., 1977, c. I, s. 474;; el-Beydavî, Nasıru'ddin Ebû Saîd Abdillah b. Ömer, Envarût-Tenzîl ve Esrârût-Te'vîl, Dâru Sadr, Beyrut, t. s., c. II, s. 50.
17 Şûrâ, 42 / 38.
18 el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, 2. Baskı, Kahire, 1965, c. XVI, s. 36, 37.
19 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, 1. Basım, İstanbul, 1991, s.552.
21 Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, c. VIII, s. 205.
22 Tabbara, 'Afîf 'Abdu'l-Fettah, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, Dâru'l-İlmi li'l-Melâyîn 7. Baskı, Beyrut, 1376/1966, s. 285.
23 Öztürk, Y. N., a.g.e., s. 553.
24 Tabbara, A., a.g.e., s. 287; Hamidullah, Muhammed, İslâm'a Giriş, Çev. Cemal Aydın, Ankara, 1996, s. 148; Udeh, Abdulkadir, et-Teşrîu'l-Cinâi'l-İslâmî Mukâranen bi'l-Kânûnî'l-Vad'î, Mektebetu Dâri'l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963, c. I, s. 37.
25 Udeh, A., a.g.e., c. I, s. 37.
26 Tabbara, A., a.g.e., s. 286.
27 Hasan Basri Çantay ayette geçen yeryüzündekilerden kastın kâfirlerin, yahud cahillerin hevâ ve heveslerine uyanlar olduğunu, "yer"den kastedilenin ise "Mekke" şehri olduğunu zikretmektedir. Bkz. Çantay, H. B., Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Elif Ofset, 9. Baskı, İstanbul, 1396 / 1976, c. I, s. 203.
28 En'âm, 6 / 116.
29 İbn Kesîr, İmâduddin Ebi'l-Fida İsmail, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, Dâru'l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1966, c. II, s. 143.
30 Ebû Dâvûd, Edeb, 114; Tirmizî, Edeb, 57; İbn Mâce, Edeb, 37.
31 İbn Mâce, Edeb, 37.
32 Hz. Peygamber: "(Ümmetimden) her kim istişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de istişâreyi terk ederse hatadan kurtulmaz." (Alûsî, Ebu'l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993, c. III, s. 166; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, c. II, s. 1217. ); "Müşavere eden bir toplum, her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. " (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 474; Fahru'd-Dîn er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, c. V, s. 54; el-Kurtubî, a.g.e, s c. IV, s. 251. ); "Eğer idarecileriniz hayırlı, zenginleriniz cömert ve işleriniz aranızda şûrâ ile olursa, yerin üstü, (yerin) altından sizin için daha hayırlıdır" (Tirmizî, Kitabu'l-Fiten, 78, 2266 numaralı hadis) mealindeki hadislerinde de danışmanın fert ve toplum hayatındaki önemini vurgulamaktadır.
33 Hz. Peygamber'in şûrâ ile ilgili uygulamalarına dair misaller için bkz. Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, 5. Baskı, İstanbul, 1993, c. II, s. 892-894.
34 Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri ve Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996, s. 29-30.
35 Yusuf Has Hâcib'in ölüm tarihi ile ilgili olarak bkz. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I, (Metin), Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, 3. Baskı, Ankara, 1991, s. XXIII.
36 "Kutadgu Bilig", Yusuf Has Hâcib'in ünlü siyaset kitabının adıdır.
37 Yazıcı, N., a.g.e., s. 96.
38 Genç, R., "Karahanlılar", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 166.
39 Genç, R., a.g.e., s. 170.
40 Genç, R., a.g.e., s. 174.
41 Genç, Reşat, "Karahanlılar", a.g.e, c. VI, s. 166; "Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı", Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, c. I, ss. 283-285.
42 Genç, R., "Karahanlılar", a.g.e., a. y.
43 Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
44 Merçil, Erdoğan, "Gaznelilerde Devlet Teşkilâtı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 294.
46 Merçil, E., a.g.e., a. y.
47 Merçil, E., a.g.e., a. y. ; Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
48 Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, T. K. A. E., 7, Seri: III, Sayı: A, 1, Ankara, 1965, s. 217.
49 Saray, M., Türk Devletlerinde Meclis, s. 16.
50 Mansuroğlu, M., "Dîvan", mad., İ.A., c. III, s. 595.
51 Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, c. I, s. 122.
52 Taneri, A., a.g.e., s. 237.
53 Nizâmü'l-Mülk, Siyasetname (Siyeru'l-Mülûk), çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998, s. 133.
54 Nizâmü'l-Mülk, a.g.e., s. 133, 134.
55 Selçuklu Devletindeki "Dîvân" hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. III, ss. 157-187; Kafesoğlu, İ., "Selçuklular" mad., İ. A., c. X, ss. 388­399.
56 Ata-begler, Selçuklu Devleti'nde, şehzadeleri eğitmek ve yetiştirmek üzere hükümdar tarafından görevlendirilen üst düzey devlet yöneticilerine verilen ünvandır. Bkz. Turan, O., Selçuklular Tarihi, s. 221-222.
57 Saray, M., a.g.e., s. 16-17.
58 Saray, M., a.g.e., 17.
59 Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996, s. 163.
el-Alûsî, Ebu'l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri (I-XII), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988.
el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes'ûd (ö. 516 / 1122), Tefsîru'l-Bagavî (Meâlimu't-Tenzîl) (I-VIII), Daru't-Tayyibe, 4. Baskı, Riyad, 1997.
el-Beydâvî, Nasıru'd-dîn Abdullah b. Ömer, (ö. 685 / 1288), Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl (I-V), Daru's-Sadr, Beyrut, t. s.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî, (ö. 275 / 888), Sünen (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Ebu'l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed b. Ahmed, (ö. 375/985), Tefsîru's-Semerkandî (Bahru'l-Ulûm) (I-III), Tahk. Muhibbu'd-dîn Ebû Said, Daru'l-Fikr, 1. Baskı, Beyrut, 1996.
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942), Hak Dîni Kur'ân Dili (I-IX), Eser Neşriyat, Haznedar Ofset, İstanbul, 1979.
Fahruddin er-Râzî, (ö. 606/1209), et-Tefsiru'l-Kebîr (Mefâtîhu'l-Gayb) (I-XVI+Fihrist), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut, 1990.
Genç, Reşat, "Karahanlılar", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987. "Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı", Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987.
Hamîdullah Muhammed, İslâm Peygamberi (I-II), Çev: Salih Tuğ, İrfan Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 1993. , İslâm'a Giriş, Çev: Cemal Aydın, Ankara, 1996.
İbn Fazlan, Seyahatname, Çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995.
İbn Kesîr, Ebu'l-Fida, İsmail b. Ömer, (ö. 774/1372), Tefsîru'l-Kur'ânî'l-Azîm (I-IV), Daru'l-Ma'rife, Beyrut, 1969.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (ö. 275 / 888), Sünen (I-II), Daru Sahnun, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri, Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, 3. Baskı, İstanbul, 1984.  "Selçuklular" mad., İ.A., c. X, ss. 388-399.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvanu Lugâti't-Türk (I-IV), (Çev. Besim Atalay), Türk Dil Kurumu Yayını 521, T. T. K. B., Ankara, 1985.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, S. T. M. E. Y., Güven Matbaası, Ankara, 1979.
el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Ca'mi' li Ahkâmi'l-Kur'an (I-XX), 2. Baskı, Kahire, 1965.
Mansuroğlu, M., "Dîvân", mad. İ. A., c. III.
Mari, A., "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı", Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978.
Merçil, Erdoğan, "Gaznelilerde Devlet Teşkilatı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987. (c. VI, ss. 294-297).
en-Nesefî, Ebû'l-Berekât, Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (ö. 710/1310), Medariku't-Tenzîl ve Hakaiku't-Te'vîl (I-III), 1. Baskı, Beyrut, 1989.
Niyazi, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996.
Nizâmu'l-Mülk, Siyasetname (Siyeru'l-Mûlûk), Çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998.
Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları (I-II), M. E. B. Y.: 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997. , Türk Mitolojisi, Ankara, 1971.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, Yıldızlar Matbaası, 1. Basım, İstanbul, 1991.
Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K, Ankara, 1999.
Sümer Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1992.
Tabbârâ, 'Afîf 'Abdu'l-Fettah, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, Dâru'l-İlmi li'l-Melâyîn, 7. Baskı, Beyrut, 1376 H./1966 M.
et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, (ö. 310/911), Câmiu'l-Beyan an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân (I-XV), Daru'l-Fikr, Beyrut, 1988.
Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, M. E. B. Y. 2435, M. E. B., 2. Baskı, İstanbul, et-Tirmizî, Ebû Îsa Muhammed b. Îsa b. Serve, (ö. 279/892), Sünenu't-Tirmizî (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Turan, Osman, Türk Cihân Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi (I-II), Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul,
1969. , "Türkler ve İslâmiyet", A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, sayı: 4, Ankara, 1946. , Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., 7, Seri: III, Sayı: A 1., Ankara, 1965.
Udeh, Abdülkadir, et-Teşrîu'l-Cinâî'l-İslâm Mukâranen bi'l-Kânunî'l-Vad'î (I-II), Mektebetü Dâri'l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963.
Yazıcı, Nesîmi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992.
Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I (Metin), Neşre Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, Ankara, 1991.
ez-Zemahşerî, Ebu'l-Kasım, Cârullah Mahmud b. Ömer, (ö. 538/1144), el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl (I-IV), Daru'l-Fikr, y. y., t. s.